09.01.2012
Demeler
36, Baku, Aserbaidžaan


-Kendime mektuplardan; zaman: eski zaman-

(Kendimi yırtıyorum kendimden, kendime yamıyorum..kendimi söküp kendimi dokuyorum..Yıkıp kendimi kendime inşâ ediyorum. Dalımda bir dikenim; yine kendime batıyorum. Hem; hep!)

Kalbimi öyle iyi tanır oldum ki lili; kalbim de beni! Böyle olunca, bana bir şeye onunla bakmaktan başka bir şey bırakmıyor! Biri de onunla bakınca hiçbir şeyin aslından öte, taklit bir anlamı üstüne örtüp “gerçek benim; ben gerçeğim!” diye ortalıkta seyran etmesine izin vermiyor, kapısına başka bir yüzle gelse aldatamıyor, bir çırpı sıyırıp atıyor o, aslına ait olmayan yüzü! Acı değil mi bu?! Oysa öyle güzeldi ki aldanışlar, yanlışlar, yanlışlarla birlikte yanılışılar, yanılışların ardından yanışlar. ‘insan kalbi’ içindi bunlar; yaşanmalıydı. Hani uzak olmayan bir zamandan önce farkına varsaydı kalbim, hani kalbim şöyle biteviye yorgun düşmeden önce, insanın, hayatın, ölümün, ötesinin, karşısında hissettikleri şundan daha zor, daha katlanılmaz, daha yakıcı olmazdı. Bugün bile niyesini nasılını hiç bilemediğim, çözemediğim, çözemeyeceğim, hiç anlayamadığım, artık bilmeyi de, çözmeyi de, anlamayı da hiç istemediğim kalbimi bir başka hâlin içinde bulurdum. Mutlak bir teselli bulur, o ateşe bir elbise uydurur, üstüme yağdırdığı pişmanlıkları bir yolunu bulup başımdan savar, yürüyüp giderdim yoluma, yeni yollara, daha da dik yokuşlara, daha dik bir kafayla, daha bir bilenmiş, daha bir korkusuz; üstelik ardına bile bakmadan.

Daha ilk gençlikte bilseydim kalpleri tek yatıştıracak olanın ancak ve ancak Onun adının olduğunu, aç bir ipek böceğinin dut yaprağına dalışı gibi onulmaz bir iştahayla hiç bilmediğim bir hâl ile zikre başlardı kendiliğinden, garip bir şekilde; soluğum kesilip, diz çöktüğüm yerde ardıma cansız düşene dek durduramazdım da! Hoş; ne olduğunu hiç anlayamayacağım şu hâlin vereceği, o tarifi bana imkânsız safî sonsuzluğun içindeki tatlı salınış ve bir garip, bir acaip, bir hoş sarsıntı olurdur tek hissettiğim; içimi kemiren düşünceden tek bir toz kalmaksızın.. bilmezliğin yaktığı, nerde duracağı bilinmez ateşine düşmeden önce tanısaydı kalbim yegâne hakikatî, içinde yalnızca “saf boşluk” demekle ancak tesmiye edebileceği şeyin, anlaşılması nerdeyse imkânsız derecede zor, imkânsız denecek derecede güzel sesin “lâ ilâhe illallah” olduğunu, çırpınan kırılan, dağılan savrulan kalpleri ancak Onun adının yatıştırdığını, yatıştıracağını. Çok geç kalmıştım lakin! Bir kalbin, bunu hiç bilmeden, farkında olmadan, anlayamadan o zikre katıldığını hissetmek, ilk anlamak bunu, ilk karşılaşmanın harikûlade tarifsiz eşsizliğini?! İlk tanışıklık; ürke korka, bilmediğin, daha önce tanımadığın, hiç tanımlayamayacağın bir eşsiz hâli, heyecandan kalbini oracıkta durdurma noktasında getirecek o ilk müthiş sarsıntıyı, sanki hiç durmayacak gibi sürecek, o titreyişi?! Ne olduğunu hiç bilmediğin şu hâlin geçmesini, içinde o sesin durmasını hiç istememek, bunu istemeyi de bilmemek, bilmeyi de istememek; ne eşsiz bir şey olurdu kim bilir?! o ân ve ondan sonrası, her yer sadece ‘O’ olurdu, ‘aşk’ olurdu, kâinat dönerdi kalbimin başına. Yan, yöre, yön, menzil, yol yok, yalnızca, bugün ancak öyle tavsif edebilmeye güç yetirebildiğim o “saf boşluk” dediğim şey var ve artık “boşluk” mu, yoksa yaratılmış her şeyi ama her şeyi kuşatan ve o her şeyin içinde yüzdüğü “müntehâ”nın son sınır çizgisine kadar dayanan küllî bir felek mi; adı her neyse işte o?!

Sonra?!.sonra belki kendiliğinden sükuna ererdi o sarsıntı, o ses, o çarpıntı ya da hâli ya da adı her neyse?!

Ne olursa, ondan sonrasında olurdu; ne bedenim bana ait, ne ben bedenime; yalnızca o safi sessizlik ve saf boşluğun içinde bir yetim, bir ıssız kalp, o kalbin içinde ve artık atmayan, atamayan, atmaya gücü yetmeyen, atmayı istemeyen bir kas demedi, kan pompalamaya gücü yetmeyen kulakçıklar; açılıp da kapanmayan, kapansa açılmayan kapakçıklar..

Sükûn dediğin eşsiz tebessümlü eşsiz bir ölüm olmalı herhal, ‘kalbim; girdiğin hâle, gördüğün, duyduğun lakin çözemediğin bir şeye bir isim bulmak zorunda değilsin. Direnme artık, bırak sonsuzluğun ellerine kendini!’ demek kadar da güzel!

“var” ve “yok” adına ne varsa her şey yerli yerinde son hücre, tek zerre bile itaatten bi an bile imtina etmeksizin, tam tekmil teslimiyetle. Sanki Rabbim, kalp bunu hiç bilmeden, beklemeden, beklemediği bir anda, hem en çaresiz ânında, rahmetinin eseri, ikrâmı; kelimeler kelimesini; adını demeye izin verdiği şu aciz kalbin şu gayrı ihtiyarî tesbihini sanki şuurlu eylemiş, sanki kendinden bir şeymiş de, ‘O’da bundan hoşnutmuş gibi, o kalbi kudret yedinde tesbih tanesi edip çevirmeye başlamış gibi.

Oysa bir kalbe dair şu garip ve eşsiz tatlar bırakan hâller, çoktan ve hiç uğramadan geçip gitmiş işte önümüzden. Geçip gitmiş de haberim bile olmamıştı hiç!

Yalnızca derinde bir yerlerden ince ince sızı olup, belirli belirsiz seslenip teleğinin bir telini ok edip delip geçen bir sessiz ve en derin bir çığlık kalmış, ara ara duyduğu ve bir anlam veremediği adına da ‘aşk’ deyip geçivermiş; eşsiz mahiyetini, kimyasını, simyasını hiç bilmeden…

Bir kalbi, bütün varlığından soyundurup, çıplak, çırılçıplak hâle getiren de oymuş işte; ‘aşk’! İşte, aşk rahmet olup yağarken vakt-i zamanında, âlem-i ervahta, ruhların üzerine tek damla düşürememiş kendine nezir, boynunu uzatıp! İşte o nasipsizlikmiş bugün, aşka dair şu serinlikten mahrum çağıldayışlarının ve şu ateşe mahkûm çırpınışlarının nedeni. Zaman çoktan geçmiş olmalı ki böylece şu ‘istemeyi’ de, ‘istememeyi’ de, ‘istemeyi terk ettirmeyi’ de, ‘kalbi yaşarken öldürme’ kıstağına getirip öylece yüzüstü bırakmış ihtimâl!

Şu aşk hâlleri?! Vakt-i zamanında, gelmeden gideli ne çok olmuş bizden?! Ve bugün göğsümüz ne kadar da çorak?!

..

(bak, şu neler olduğunu diyemeyişlere Lili! Demek isterken, garip ve kendinin bile anlaşılmaz bulduğu bir dille şöyle konuşuşuna nezirin?! Sen anlarsın lakin şu kalbin dilinin aczini, şu olan bitene bir türlü akıl erdiremeyişlere şunca garip; şu hayretini! Sen, bakar ve anlarsın! Sen; kalbimi bilenim, tek tesellim! Tek tesellim, kalbimin şu hâl-i perişanını, şu zavallılığını, şu çaresizliğini, miskinliğini anlıyor oluşun, bakmayıp zavallılığına; engin ve bilge yüreğinle onu kapında tutuşun!

Ve ne güzel bir teselli bu, sen ne güzel bir tesellisin lili! Lili, ‘hayretim’!)

..

-kirlenmek vakta ki güzeldir!-

Şimdi deme ki; “sözü hangi hezeyanlardan geçirip, nerelerden aşırtıp da şu basiret mahrumluğunun zirvesine çıkarıp, sonra da alıp şu kozalaklığa düşürmekle ne demeye getiriyorsun sözü nezir!

Hem senin ne işin olur tv yle, reklâmla, yabancı menşe bir deterjanla, olağanüstü bir “deme” de gelse sana şu, bir reklâm filminde kullanıldığı için, niyetin ne olursa olsun, artık kendini hiç aklayamayacak olan bir repliği alıp şuraya getirmekle?!’ deme! Elbet boşuna değildi sana ‘şu kalbin bugün düştüğü halları deyişlerine bir bak şimdi!’

Şu demelerim?! Şu baştaki replik?! Bi programda dakka başı iki görüntü arası, günümüz beyazcamına düşen abuk ve subuk bir deterjanın reklâmına aitti..bir reklâm repliğiydi o..eh, güncel de sayılırdı üstelik!.hani tv seyretmezdi de nezir, hani izlerse eğer ya sağlam karakterli, sağlam konulu filmler, ya hayalsi, masalsı, çocuksu çizgi filmler, ya büyük emek ve düşünce ve dikkat ürünü belgeseller. İşte, ama onların arasında şöyle reklâmlar da mutlaka düşer..mecbur takılır gözleri..yoksa reklâm meklâm, hak getire?!

Elbet hiç iltifat etmediği hiç iltifat etmeyeceği şeydi gününün modernliği! Ne o, ne de, çağın modern ve ama güdük insanına göre birbirinin ayrılmaz parçaları olan ve bir nezire göre de alabildiğine gereksiz diğer mühim(!) müştemilatı?! Şunlar, hiç inanmadığı bir dünyanın, hiç inanmayacağı, hep reddettiği, reddedeceği hiç gereksiz oyalanışlarıydı, ki üstelik yalanların ustaca kılıflamak suretiyle dünyanın vazgeçilmez, sürekli katlanarak artan, bir tatlı ve ama hep şeytânî kâr tutkusuna vasıta edip adına da “reklâm” dediği en büyük aldatmacalarından da biriyken.

‘Peki öyle de sana hiç yakışmayacak şu şavullamayı alıp ne demeye önüme düşürürsün nezir, hâline imtisal eyleme niyetine gargara yapıp?!’ deyip sorsan da içinden ve ama yine de “utandırmayayım şunu!” deyip büyük enginlik gösterip sussan da sonuçta yine haklısın! Ama nezirin şunu nasıl bu kadar rahat ve kolay dediğine bakıp şaşırmamalısın! O şu repliği dünya uzayına dâhil olan ne varsa ordan alıp kendi kalbinin o samsaf boşluğunda böyle istimal eylemekle anlatabilecekti ancak meramını.

Sana; “kirlenmek güzeldir Lili, hakkâ güzeldir!” derken çok cüretkârdı, evet! Ama zerrece huzursuz değildi kalbi! O, lafı bile sakat olacak olan şu “kirlenme” olgusunun “güzel oluş”una dair abes ifadeyi kendi gerçeğine götürecek ve öyle ki inandığı bir şey üzerine yemin edişi gibi, onun da üzerine dahî nerdeyse yemin edebilecek kadar bir ‘kendinden emin oluş’la kendinden bir şey sayacaktı.

Sormazsın sen hiç, bilirim; nezirin neyi niye dediğine takılıp. Yalnızca anlamaya çalışırsın kalbini okuyup ve anlarsın! Sormadın ya hiç nezire sen ve anladın ya hep zaten!

Lili, sen?! Kalbimin dili! Sen, kalbimin ‘ta kendi’ değil miydin?! Şu sayıklamalar, en çok seni sayıklamalardı, kınama! Hani “kirlenmek” dahi, sonunda temizlenip /p/aklanma arınmaya, saf, apak bir paklığa götürecek bir şeydi ya?! Böyle bilmek ve buna inanmakla demiştir sözü. ‘kirlenmek’ten muradı, başlı başına ve baştan ayağa kendiyle, kalbiyle alâkalıydı nezirin! Kalbim, yani ki ‘ben’, yani ki ‘nezir’, yani ki ‘kalbi’ ve dahası ‘ruhum’, dahası ‘bedenim’ de!

Bildin ve anladın ya hep sen! Şu hiç tevil götürmeyecek zırva demelerini de anlarsın sen!

İhtimal, daha önce sana, hüznü ekmeğime katık eylediğim bir melâl ânımda, kalbimin derdine düştüğü gecelerden birinde ‘ruh leke tutar mı Lili?!’ diye mutlak sormuşumdur.

Şimdi şu nezir ne dediğini bilmezliklerine hiç aldırmamanı dilerim. Kalbimin şu anlamsız sözlerini dinleme nezaketi gösterecek olsan da, şu kir serâpâ benim lili! Kir ‘ben’im, ‘kir’ de benim! Böyle olunca da neticede “paklanma” kim için ola acep?! Şu ‘kirlenme’lerden sonra “arınmalar” da ne demek ve kimin için olmalı gerek acep?!

“arınmak”.. çok şeyi uzağında olduğun halde tam da kalbinde hissedip, duyduğun cisimden uzak kalbî bir acıyla bedel ödemekle gelecek bir şeyse, şu dünya göğünde benim de kalbimin şu hissettikleri, şu yakıcılık bir bedel sayılır mı, dahası sayılmalı mı; bilmiyorum bunu! Belki şu “arınma”yı belki fehmimce ve belki de vehmimce ‘bir çocuğun denize attığı bir taş olmak, sureta ayak basılan bir yerde çiğnenmeye mahkûm kıymetsiz, çorak bir toprak, en küçük bir esintide dahî uçuşup sürükleniverecek, dalından düşmüş bir kuru yaprak, aç çocukların taşladıkları ağaçta son güze kalmış, yalnızlıktan dalında tir tir titreyen tek meyve tanesi olmak’la niteleyebilir kalbim en fazla!

Daha ilk gençlikte baba ocağından, ana kucağından düşüp göç yoluna çıkmış, eşini dostunu arkadaşlarını, yoldaşlarını yolun daha başında kaybetmekle kendi göğünü de kaybetmiş olan, kırık kanadıyla artık her yerin ıssız, her şeyin yaban, dünyanın her sofrasının yavan geldiği kanlı kalbiyle, yaban ellerin kararmış göğünde nereye gittiğini bilmeden uçarken ve fakat içinde, derinde bir yerlerde, yolun ‘en güzel bir son’da ‘en güzel bir son’la son bulacağına dair uzak ve en uzak bir yıldızı görüp varlığına inanmanın itminanı gibi bir itminanla uçan, bir avcı eliyle öteki kanadından vurulup hiç bilmediği yaban gökten, hiç bilmediği bir gurbet diyara yana döne düşmeyi dileyen bir turna’ olmaklığa teşmil edebilirdim ihtimâl. Belki kendime kıyıp, hasrettiğim şu “kıymetsizlik”leri de aşıp şunu demeliydim ki o, gözümden hiç gitmeyen, insanlığın imtihan ve kıyamet sahnelerinden en müessir bir sahne olan, şu tv nin haberlerinde seyrettiğim, gözlerimden hiç gitmeyen, hani şu, “Arz’ın lanetli”leri eliyle, üzerlerine kızıl, kıpkızıl puşt sion kurşunlarından sağanaklar tutturulan, toprakları işgâl edilmiş, şu ümmetin yetimlerinden ikisi; şu “baba ve küçük çocuğu”nun, insanı, utanmaya bile izin vermeyip insanlığından çıkaran o kanlı sahne! Sütre etmeye çalıştığı bir varilin ardında, evladını o kurşun yağmurlarından sakınmak için sıkı sıkı saran baba ve ona korkuyla sokulan oğul; onlardan en az biri olmadıkça şu yaşanmaz dünyanın yaşanmaz utancı hiç gitmeyecek kalbimden; önlerine muhkem bir duvar olup, o iki masum mazlumu hedef alan o lanet kurşunları göğüsleyen yahut kızıla boyanan bedenlerinde kanayan yaralarından bir yara, yahut üzerlerindeki delik deşik o kanlı gömlek, yahut son anlarında, o eksiksiz şahadetlerinin son sözleri, yahut son nefesleri, yahut o son nefeste hissettikleri, yahut geçmişlerine, hayatlarına, geleceklerine, dünyaya son bir kez bakışları olmadıkça, bunlardan en az biri olmadıkça!

Kaderine yazılmayan şey kederine yazılıyor işte lili! Kısmetine düşürülmeyen şey hüznünün kanına düşüyor ve pranga vuruyor eline, ayağına, kıymetsiz varlığına, cismine, bedenine, aklına ve ruhuna da; ne gitmelere yol veriyor, ne gelmelere; yalnızca dîl’n ve dil’in demelerine izin veriyor, hem tek engel koymadan aralarına.

..

“kalbim” diyordum ya hep ben; hep ondan bahsediyordum. O artık biliyor aşkı. Şunca kırılış, şunca yanış, şunca yanılış, şunca heder ediliş, heder oluşla biliyor; şunca safça inanışların ardından çokça aldanış, kırılış, kirlenişlerinin ardından. İşte, yürek demelerine tek çekince koymayan şey, en sarp yokuşları, en tatlı meyilli tepeleri, aşılmaz dağları düz yol eyliyor ve göz de ve gönül de, o gidilmez nice yolları, o sıra sıra aykırı, aşılmaz dağları da aşıp, aşırtıp, yarin konağına, hüzünlü bakan gözlerine, gönlüne, saçlarına, gecesine, göğsüne konuk oluyor, olmadı; yâri konuk ediyor, metruk ve üşümüş sînesine, her gece.

Sevmeyi biliyor şimdi o, sevmekle sevdiğine, sevecek olduğuna, sırf onun kalbiyle gözlerinin içiyle, huzur ve itminanla gülümsemesini bir kez olsun görebilmek adına, şu, dünyanın mücessem kirlerinden teşkil; tekmil acılarına bedel, göğsünü kalkan edip can düşürecek kadar büyütebildi ancak, o mücrim kalbini. Bilir ki bunu ‘aşk’ yapmakta, yaptırmakta! Ama gel gör ki bunu aşkla istemek, sonsuz iştiyakla dilemek yetmiyor; “kader”, ardından “kısmet” diye bir şeyin gölgesi düşüyor kalbe.

Şu kalp! Şedit dünya arzularının başıboş gezindiği dümdüz ve sonlu bir satıh..lakin o kendini lahûti bir saf sonsuzluğa teşmil eder; sureta, anbean genişleyen evrene… içinde adlandıramadığı o şeye, içinde olup, yumruğu kadar o kalbini de ihata eden şeye ‘saf boşluk’ deyişleri de ondan mıdır; bilinen tüm fizik kanunlarına hilaf; hani ispatsız gerçek; kuantum fiziğiyle belki açıklanabilecek ‘çekirdeğin kabuğunu sarışı, ondan daha ağır oluşu’ gibi. O böyle, maddeler dünyasına göre ‘gayr-ı hakikat, uçukluk, şu muhayyel sayıklamalar’ sayılan sonsuz seyyâl bir feleğin tarifsiz hissedişlerinde delice seyahatler ederken, az ötesinde ‘aşk’ı gördüğünde ne şöyle “seyran” kalıyor ortada, ne “seyyâl”; yalnızca ‘aşk’tan kelimeler!

Desem ki sana şimdi; “beni şu hallara koyan, beni şu hallarda görmene yol veren, mezara götürmeye ahdettiğim nice yanan, kalbimi yakan ve hiç sönmeyecek sırlı ateşin üzerini açabilsem, her gece bazen isyana, bazen gözyaşına, bazen duâya dönüşerek semâya yükselttiğim çabaladığım şu kıpkızıl alevlerini görsen; diner miydi kalbimin kanayışları, biter miydi acıları, sen şu nezirin içinden çıkmayacağı hallarına baktığında, şu acı acı yanış unutturur muydu hüznünü, durdurur muydu kalbinin o yakıcı ihtilâlini?!

Biliyorum yine dinmezdi sancıları, geçmezdi o yakıcı sevdanın ateşi. Hiçbir şey değişmezdi çün hiçbir şey değildi nezir kalbi, bir ‘hiç’ten öte ama sesini en derinimde duyduğumda, pencereme gelip ban şu demelerimi bıraktığında bil ki azalıyor göğüs ağrım, ertesi geceye dek, gece sonuna yakın diniyor kanayışlarım.

Üşüyorum lili! Onca ateş, olanca sevdan arasında yine üşüyorum! Onca yanışıyla bile üşüyor titriyor ve ölüyor kalbim! Gelsen, sessizce oturup başucuma?!

Başucuma gelsen şimdi lili! Doğrultup ölgün yattığı sonsuz boşluktan, şu hasret hastalığına tutulmuş kalbimi?! Şu, hasta yatağında, kalbinin serinliğinden içirsen! Bir parça yırtıp, dünya göğünde görmediğim, bilmediğim saf beyaz elbisenden, gözyaşınla ıslatsan, yahut serin bir ‘aşk’a batırıp usulca bıraksan, ateşler içinde yanan alnına; yine dinmese?!!

Koysan elini sonra ve bilsen, anlasan, o, avuçlarını, alnımı, kalbimi korkızıl yakan ateş kimin, neyin ateşi?!

(Kalbim öyle hüzün, hasret yatağında ateşler içinde! Böyle yanarken sana, özlemine, muhayyel ellerine, şunlar bile öyle yakarken, bir de en çok, en güzel nehir, en güzel yeşil olsun istediğim, Nil’e yakıştırdığım gözlerine dünya gözü bir kez görmek, bakıyor, dalıyor olmak, kaybolmak derinliklerinde..

Asıl büyük yangın bu olmalı kalbime ihtimâl; büyük yangın, büyük ihtilâl!

..

Nezir, yanmak, sense yakmak için mi gönderildik dünyaya biz, lili?! Ben, bir ‘kalp’, sen o kalbe ‘en güzel ateş’ olasın diye mi?! Oysa seninle birer zerre olup, bir damlada bir olmak, bilmediğimiz bir göğe varmak, rahmet rüzgârlarıyla yükseltilip, yağmak bir çorak toprağa, bir çöle, karışıp yeşertmek vardı gözyaşlarımızla; bir nergisi, bir beyaz laleyi, bir kızıl gülü; sen çiçeği yaprağı, ben dikeni olup!)

Bil ki, ne ‘keşke’ ne ‘heyhat!’, ne ‘imkânsız!’ ve ne de ‘aslâ!’ var dilimde lili! Gönül demeleri şunlar; duyarsa Mevlâ duyar!

Bir umut, garip bir umut, en yetim, en sevda bir umut; en yakarış hâliyle, rabbime bir yakarış bu; içimde derinde bir yerlerde yalnızca!. Senin de, benim de, hayata-memata, dünya ve ahrete dair kalbimi kalbini kanatan, sükuna erdiren, güldüren ağlatan, haldan hala çeviren bir şey “bir“ olan ve o “bir” olanın yarattığı “her şey” adına!.

Lili! Sen; meçhûlüm! Gel ve gitme şimdi!

7 vaatamisi
 
Kommentaarid

Kommentaare veel ei ole.
Lisa kommentaar, ole esimene!

Päevikud
Päevikute uuendamine toimub iga 5 minuti tagant.